II.Meşrutiyet ve Sonrası


II.Meşrutiyet
Birinci Meşrutiyet büyük devlet adamlarının tepeden inme girişimlerinin bir ürünüydü. Başarısız bir denemenin ötesine ge­çememesi de örgütlü bir toplumsal desteğe dayanmamasından kaynaklanıyordu. İstibdat döneminde yeraltına geçmek zorun­da kalan muhalefet, genel bir terimle Jön Türkler olarak anılan çeşitli hareket ve örgütleri doğurdu. Bu gelişme meşrutî yöneti­mi geri getirme ekseni üzerinde farklı siyasal eğilimlerin de uç vermeye başladığı daha geniş kapsamlı mücadele biçimlerine yol açtı.

İstibdata karşı mücadele
Gizli örgütlenmelere karşı başvurulan sert önlemler, başta İt­tihat ve Terakki Cemiyeti olmak üzere Jön Türk örgütlerini 1890'larda çalışmalarını yurtdışına kaydırmak zorunda bıraktı. Ama 1902'deki Birinci Jön Türk Kongresi'nden sonra bazı aydınların gizlice ülkeye dönmesiyle, öğrenciler ve subaylar arasında­ki örgütlenmeler yeni bir hız kazandı. Makedonya'daki askerî birliklerin ve mason localarının desteği Jön Türk hareketini etki­li bir siyasal güç durumuna getirdi.

Osmanlı topraklarında 1906'dan sonra halkın ekonomik ve si­yasal sıkıntılara tepkisini yansıtan kitlesel eylemlerin gelişmesi, Jön Türk hareketinin istibdat rejimine son vermeye yönelmesiyle önemli bir dönüm noktası oldu: Ertesi yıl Paris'te toplanan İkinci Jön Türk Kongresi'nde çeşitli gruplar arasında belirli bir birlik sağlanırken, somut bir siyasal mücadele programı da orta­ya kondu.


Öte yandan uluslararası plandaki gelişmeler istibdat rejiminin ayakta kalmasını daha da zorlaştırmaya başladı. Avrupa'da libe­ral akım yeniden yükselişe geçerken, Rusya ve İran gibi komşu ülkelerde meşrutî yönetimler kuruldu. Bu dış etkenlerin yanı sı­ra bir yakınlaşma içine giren İngiltere ve Rusya'nın Osmanlı top­rakları üzerindeki paylaşım hesapları, imparatorluğun birliğini yeni bir temelde sağlama arayışlarını gündeme getirdi. II. Abdül­hamid'in özellikle eğitim ve ekonomik kalkınma alanlarındaki atılımlarıyla modernleşme yönünde alınan önemli mesafe de ar­tık baskıcı ve kapalı bir rejimin çerçevesini zorluyordu.

Meşrutiyete sancılı geçiş
İttihat ve Terakki'nin istibdat rejimini devirmek için 1908 ilk­baharında başlattığı yoğun propaganda kampanyası özellikle Rumeli'deki askerî birlikleri harekete geçirdi. Selanik'te İttihatçı bir grubun hükümet konağını basarak rejim yanlısı bir subayı öldürmesinden sonra, Enver ve Niyazi beyler meşrutiyetin ilan edilmesi isteğiyle emirlerindeki askerlerle birlikte dağa çıktılar. Hükümetin bu gelişmeyi önlemeye yönelik girişimleri sonuçsuz kaldı. Manastır halkının 20 temmuz 1908'de başlattığı ayaklanmanın ardından Rumeli'de hükümetin otoritesi iyice sarsıldı. Birçok kentte meşrutiyet için İstanbul'a toplu telgraflar çekme eylemi başladı. Askerî birliklerin İstanbul üzerine yürüme tehdi­di karşısında, II. Abdülhamid 23 temmuz 1908'de Kanunu Esasi'nin yeniden yürürlüğe konmasına ilişkin Heyeti Vükela maz­batasını imzalamak zorunda kaldı.

İkinci Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte ağır baskı rejiminin yu­muşaması ve basın üzerindeki sansürün kalkması, coşkun bir özgürlük havasının doğmasını sağladı. Bütün ülkede «adalet, eşitlik, kardeşlik ve özgürlük» sloganlarında ifadesini bulan ye­ni bir anlayış yayıldı. Öte yandan istibdat rejiminin son bulma­sı, muhalefet içindeki görüş ayrılıklarının daha belirgin hale gelmesine yol açtı. Liberal akım birçok gruba bölünürken ve is­tibdada karşı mücadeleye destek vermiş azınlık milliyetlerin aydınları ayrı örgütlenmelere giderken, Türk milliyetçiliği çiz­gisini temel alan İttihat ve Terakki güçlü bir çekim merkezi ola­rak öne çıktı.

Hemen her yerde İttihat ve Terakki listesindeki adayların ka­zandığı seçimlerin ardından, Meclisi Umumî 17 Aralık 1908'de II. Abdülhamid'in söyleviyle açıldı. İktidar üzerinde dolaylı bir de­netim kurmakla yetinen İttihat ve Terakki, bir süre sonra Said Paşa ve onu izleyen Kâmil Paşa kabineleriyle sürtüşmeye girdi. Bu arada Avusturya'nın Bosna-Hersek'i topraklarına katması, Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilan etmesi, Girit'in Yunanistan'la birleşmesi ve İtalya’nın Afrika'daki Osmanlı topraklarına saldır­ması gibi olaylar siyasal istikrarsızlığı daha da derinleştirdi. İtti­hat ve Terakki'ye karşı mesafeli bir tutuma yönelen Kâmil Paşa'nın sadrazamlıktan düşürülmesi ve yerine daha uyumlu olan Hüseyin Hilmi Paşa'nın getirilmesi, İttihat ve Terakki'nin perde arkasındaki uygulamalarından duyulan hoşnutsuzluğu güçlü bir muhalefete dönüştürdü.


İstanbul'da 13 Nisan 1909'da başlayan ve 31 Mart Olayı ola­rak bilinen ayaklanmanın bastırılmasından sonra, Meclisi Umumî'nin aldığı kararla II. Abdülhamid tahttan indirildi. Bunu Kanunuesasî'de temsilî sistemi güçlendirme yönünde yapılan kök­lü değişiklikler izledi. Padişah için anayasaya bağlılık yükümlü­lüğü getirildi. Başta sürgün yetkisi ve sansür olmak üzere çeşitli kısıtlayıcı hükümler kaldırılarak, kişi hak ve özgürlükleri daha kapsamlı bir güvence altına alındı. Dernek kurma, toplantı ve gösteri özgürlükleri tanındı ve oy hakkı genişletildi. Mebuslara padişahın iznine gerek kalmaksızın yasa tasarısı sunma ve gö­rüşme hakkı verildi. Padişahın meclisten geçen yasalara ilişkin mutlak veto yetkisine son verildi. Hükümetin ve vekillerin esas olarak meclise karşı sorumlu olması ilkesi benimsendi; meclisten güvenoyu alamayan hükümetlerin çekilmesini öngören bir dü­zenlemeye yer verildi. Meclisin padişah tarafından dağıtılması sıkı koşullara bağlandı.

Kanuni Esasi’de değişiklikler.

Askıya alınan Kanun-ı Esasi’nin satırları arasında kalan I. Meşrutiyet’in özgün niteliğine karşılık, II. Meşrutiyet Batı’da verilen anlama çok yakındır.

Sultanın Egemenliği Kısıtlanıyor

Egemenlik, padişahtan esas itibariyle alınmıştır. Gerçi padişahın kutsal varlığı, hakları devam etmektedir. Ama bunlar daha çok simgesel bir hale gelmiştir. Kanun-ı Esasi’ye göre, saltanat gene Osmanlı sülalesinin en büyük evladına aittir. Ancak sultan, tahta çıkışında, Meclis-i Umumi önünde, şer’i esaslara ve Kanun-ı Esasi hükümlerine bağlılık yemini edecektir.

1909 yılında Kanun-ı Esasi’de yapılan diğer değişikliklerle, padişahın kanun koyma yetkisi kaldırılmıştır. Artık kanunları meclis yapacak; padişahın önüne, yürürlüğe konmak üzere kanunlar gelecektir. Bu kanunları padişah bir defaya mahsus olmak üzere meclise geri gönderebilir. Ama, meclis sözkonusu kanunu yeniden görüşür ve üçte iki çoğunlukla tekrar kabul ederse padişah bu kanunu ilân etmek zorundadır.

Padişahın egemenliğinin geleneksel unsurları, yani, hutbelerde adının söylenmesi, sikke (para) basma, çeşitli rütbe ve nişanların verilmesi gibi hakları korunmaktadır. Sultan gene sorumsuzdur. Ama artık, sorumlu olmayan sultanın yetkileri de sınırlanmıştır. Yürütme yetkisini kullanırken hükümdarın iradesi, sadrâzam ve vekillerin iradeleriyle birleşmelidir (m.30). Vekiller, tek tek ve heyet halinde Meclis-i Mebusan’a  karşı siyasi bakımdan sorumludurlar.

Padişahın onayını gerektiren işlemlerin uygulanabilir olmaları, sadrâzam ile ilgili nâzırın bu işlemleri imzalamalarına bağlıdır. Şu halde, vekiller heyeti klasik bir hükümet niteliğine kavuşmuştur. Kanun-ı Esasi’nin padişaha tanımaya devam ettiği birçok yetkinin bizzat padişah tarafından ve tek başına kullanılması artık mümkün değildir. Gerçi padişahın sadrâzamı ve vekilleri görevlendirme ve görevden alma yetkisi gene vardır. Ama yeni sistemde, vekiller Meclis-i Mebusan’a karşı sorumlu oldukları için, yasama organının bu se[1]çilmiş kanadının güvenine sahip olma[1]yan kişilerin hükümete alınmaları mümkün değildir.

Padişahın egemenliğin sahibi olarak evvelce sahip bulunduğu silah gücü ve askeri kuvvet kullanma yetkisi de, öteki hakları gibi, gerçekte elinden alınmıştır. Gerçi askeri kuvvet kullanma, hükümdarın hakkıdır ve kuramsal olarak padişahın silahlı kuvvetlere kumanda etmesi mümkündür. Ama askeri kuvvet kullanma, sorumsuz devlet başkanlığının ve yerleştirilmekte olan parlamenter sistemin gereği olarak, vekillerin sorumluluğu altında olacaktır.

Meclis’in Yetkileri

Görülüyor ki, Il. Meşrutiyet, ege[1]menlik konusunda Kanun-ı Esasi değişikliklerinde açıkça yer almayan fakat izlenen hukuki yol ve yapılan yorumlarda kendini belli eden yeni bir yaklaşım getirmektedir. Kısıtlanan saltanat yetkileri, yasama işinin meclise, yürüt[1]menin de seçilmişlerden oluşan Meclis-i Mebusan önünde sorumlu hükümete verilmesi, padişahın Kanun-ı Esasi’ye sadakat yemini etmesi, bu yeminin tahta çıkış sırasında ve meclis önünde gerçekleştirilmesi egemenlikte bir sahip değişikliğinin sözkonusu olduğunu göstermektedir. Nitekim Kanun-ı Esasi’nin değiştirilmesine ilişkin 3 Ağustos 1325 (05 Ağustos 1909) tarihli Heyet-i Ayan Kararnamesı açıkça şu satırlara yer vermekteydi: “ ...Kanun-ı Esasi’nin baştanbaşa tetkikatına vakit müsait olmamış ve meşrutiyeti idare ve hâkimiyeti  milliyenin teeyyüdü için kanun-ı mezkûr mevaddımın en mühim ve müstacel olanlarının tedkiki...” gerekli görülmüştür. Bu satırlardan anlaşılıyor ki artık, meşruti yönetim ve milli hakimiyet, yani ulusal egemenlik amacıyla anayasa değişikliğine sıra gelmişti. Şu halde, Il. Meşrutiyet’in yaklaşımı ve anlayışı, milli hakimiyetçidir. Bundan sonra, padişahın egemenliği şöyle dursun, önüne getirilen kararnameleri imzalamak zorunda olup olmadığı bile tartışılabilmektedir.

Bu gelişmenin sonucu olarak, memurların durumları da değişmiştir. Vekiller gibi memurlar da yetkilerini milletten almakta, millet adına görev yapmaktadır. Meclis, yasama yetkisini milletten aldığı vekâletle kullanır. Böyle olduğu için, yasama organı, kanun koyma yetkisini başka bir makama veya organa devredemez. Yürütmenin düzenleme yapma yetkisi vardır. Fakat bu başka bir organdan kendisine yetki devredildiği için değil, anayasa gereği bu yetkiye sahip bulunduğundandır. Bir kuvvetler ayırımı ortaya çıkmıştır.

II. Meşrutiyet, Kanun-ı Esasi değişikliklerine yansıyan yeni bir anlayışın ürü[1]nüdür. 1. Meşrutiyet’te başlıca amaç, halkın, memurları, seçtiği temsilcileri aracılığıyla denetlemesi, yapılan işler hakkında bilgi sahibi olunabilmesiydi. Kısaca amaç, “ milli murakabe” idi. Yeni Meşrutiyet anlayışı ise bunu aşıyordu. Artık sadece denetim ve gözetim yeterli görülmüyordu. Hükümdarın saltanat edeceği fakat hükümet edemeyeceği, Batı kaynaklarında olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de kabul ediliyordu. Hükümdarın menfaati uğruna milletin menfaati feda edilmiyordu. Bu yeni meşrutiyet anlayışıyla, merkezî yönetimde nasıl meclis kanunlar çıkarabilir hale gelmiş, nasıl gerçek bir yasama organı durumunu kazanmış ise, ma[1]halli işlerde de halkın iştiraki aranırolmuştu. Zira Meşrutiyet idaresi demek, memleketin millet ile idaresi demekti. Bu yönetim usulünde bütün millet, herkes hükümete iştirak edecektir.

Osmanlı Devletinde Meşrutiyet Anlayışı, Yıldızhan Yayla, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi


1909-1913 Dönemi Siyasal Yaşam

31 Mart İsyanı’ndan kısa bir süre sonra çoğulcu siyasal yaşama geri dönüldü. Bu dönemin en önemli özelliklerinden biri çeşitli sınıfsal, etnik, dinsel, entelektüel ve mesleki grupların dernekler, siyasal partiler, meslek örgütleri ve dergiler etrafında örgütlenmeleridir. 


Meşrutiyetin ilanından sonra canlanan basın hayatı özgür bir tartışma ortamı yarattı. Kadınlar, işçiler gibi toplumsal gruplar ilk defa örgütlü bir şekilde eşitlik ve hak taleplerinde bulundular. Osmanlı Mebusan Meclisi 1909-1913 yılları arasında Kanun-i Esaside yaptığı bir dizi değişiklikle meclisin ve hükümetin yetkilerini padişahın yetkilerine karşı güçlendirerek anayasal parlamenter düzeni pekiştirdi.

Bu dönemde ordunun siyasetteki yeri önemli bir tartışma konusu oldu. İTC'nin asker üyelerinin çoğu küçük rütbeli subaylardan oluşuyordu. Bu subayların İTC içinde önemli konumlarda olması ordu içindeki disiplini ve hiyerarşiyi bozuyordu. 31 Mart İsyanı'nı bastıran Mahmut Şevket Paşa, İTC’li subayların orduyla siyaset arasında tercih yapmaları için baskı yaptı. Buna rağmen ordu mensuplarının siyasetteki ağırlığı devam etti. İTC'nin meclisteki parti kanadıyla ilişkileri de sorunluydu. İTC, 1908 yılı kongresinde bir parti olmaya karar vermesine rağmen parti hiçbir zaman Cemiyetin yerini almadı. Gerçek iktidar Cemiyetin genel merkezînin elinde kaldı.

31 Mart İsyanı sonrasında sinen muhalefet izleyen dönemde yeniden toparlandı. Farklı eğilimleri temsil eden bir dizi yeni parti kuruldu. Bu partilerin bir kısmı liberal kanatta yer alan, bir kısmı da İTC’nin laiklik ve milliyetçilik eğilimlerinden rahatsız olan grupların kurduğu partilerdi. Aynı dönemde sosyalist kanatta da bir parti kuruldu. 

İTC’ye karşı canlanan liberal ve muhafazakâr muhalefet, 21 Kasım 1911 tarihinde Hürriyet ve İtilaf Fırkası adı altında birleşti. İTC’ye muhalif olma dışında ortak yönleri çok az olan bu gruplar kısa sürede etkin bir güç oldular.



İTC, güçlenen muhalefet karşısında meclis üzerindeki hâkimiyetini yitirme kaygısına düşerek meclisin feshini sağladı. 1912 yılında yapılan yeni seçimler, İTC'nin baskı yollarına başvurarak kendi adaylarını seçtirmesi nedeniyle “Sopalı Seçimler" olarak anıldı. Seçimlerde İTC'nin baskı yoluyla mecliste ezici bir üstünlük sağlaması yeni meclisin meşruiyetini tartışmaya açtı. Miralay Sadık'ın öncülüğünde bir grup subayın oluşturduğu Halâskar Zabitan Grubu darbe tehdidinde bulunarak, İTC destekli hükümetin istifasını istedi. Baskılara dayanamayan Sait Paşa hükümeti istifa ederek yerini Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümetine bıraktı. Büyük Kabine olarak anılan yeni hükümet, İTC karşıtlarından oluşuyordu. 1912 yılında başlayan Balkan Savaşları nedeniyle istifa eden bu hükümetin yerine, Kamil Paşa idaresinde yine İTC karşıtı olan bir hükümet kuruldu.

Türkiye Cumhuriyeti Siyasi Tarihi, A.Ü.A.Ö.F.
İttihat ve Terakki iktidarı
İkinci Meşrutiyet'in yeni anayasal çerçevede getirdiği liberal sistem pek işlerlik kazanamadı. Artan siyasal istikrarsızlık ve dış sorunlarla birlikte, azınlık milliyetlerin «ayrılıkçı» olarak nitelen­dirilen örgüt ve dernekleri kapatıldı. Özellikle Balkanlar'daki ko­mitacı eylemlerine karşı sert önlemlere başvuruldu ve ülkenin büyük bölümünde sıkıyönetim rejimi uygulamaya kondu. Öz­gürlükler büyük ölçüde rafa kaldırıldı ve toplumsal hoşnutsuz­luklara karşı sindirme yöntemlerine ağırlık verildi.

İttihat ve Terakki'nin asker kökenli devlet adamlarına dayalı kabinelerle yönetimi elinde tuttuğu bu dönemde, Meclisi Mebusan'da ortaya çıkan Hizbi Cedid adlı grup 1911'de Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nı kurarak siyasal muhalefeti örgütlemeye çalıştı. Bu gelişme karşısında Meclisi Mebusan'ı dağıtarak seçimlere gitme karan alındı. Uygulanan baskılar nedeniyle tarihe «sopalı seçim» olarak geçen 18 ocak 1912'deki seçimler İttihat ve Terakki'nin ezici çoğunluğuyla sonuçlandı. Muhalefet 270 mebusluktan yal­nızca 6'sını kazanabildi.

Seçimlerin ardından Balkanlar'da ortaya çıkan karışıklıklar, İttihat ve Terakki'yi ordu içindeki muhalif subayları tasfiye et­meye yöneltti. Bu girişimin yol açtığı bunalım sürerken, Askerî Şûra'ya yeni bir hükümetin kurulması isteğiyle 18 temmuz 1912'de «Halaskar Zabitan Grubu» imzalı bir muhtıra verildi. Ordu içindeki bazı etkili komutanların da muhtıraya destek verdiğinin anlaşılması üzerine, İttihatçılar geri adım atmak zo­runda kaldı. Böylece Gazi Ahmed Muhtar Paşa sadrazamlığa getirildi ve «Büyük Kabine» olarak adlandırılan yeni bir hükü­met kuruldu.

Ancak üç ay başta kalabilen Büyük Kabine yerini Kâmil Paşa'nın sadrazamlığındaki yeni bir hükümete bıraktı. Bu sırada başlayan Birinci Balkan Savaşı'nda alınan ağır yenilgi, Osmanlı Devleti'ni barış için büyük ödünler vermekle karşı karşıya getir­di. Gelişmelerden hükümeti sorumlu tutan İttihat ve Terakki bir darbeyle iktidara el koymaya karar verdi. Enver ve Talat beyle­rin önderliğinde İttihatçı fedaîlerinden oluşan küçük bir grup 23 ocak 1913'te hükümetin toplantı halinde bulunduğu Babıâli'ye bir baskın düzenledi. Aralarında Harbiye Nazırı Nâzım Paşa da olmak üzere beş kişinin öldürüldüğü bu baskınla Kâmil Paşa istifaya zorlandı.

Baskından sonra sadrazamlığa getirilen Mahmud Şevket Paşa'nın kurduğu hükümette ağırlıklı olarak İttihatçı nazırlar yer aldı. Böylece ülkede fiilen bir tek parti yönetimi başladı. Mah­mud Şevket Paşa'nın 11 haziran 1913'te bir suikast sonucunda öldürülmesi üzerine kurulan Said Halim Paşa hükümetiyle bu durum daha da pekişti. İttihat ve Terakki Merkezi Umumîsi ya­sama ve yürütmenin yerini alan bir karar organına dönüşürken, yetkiler «üçlü bir klik» oluşturan Talat, Enver ve Cemal paşala­rın elinde toplandı.



İttihatçı önderlerin serüvenci dış politikaları Osmanlı Devleti'nin kasım 1914'te bir oldubitti biçiminde Birinci Dünya Savaşı'na girmesine yol açtı. 
İzleyen dönemde savaş koşulları gerekçe gösterilerek Meclisi Mebusan tatilde tutuldu. Devlet işleri bü­yük ölçüde hükümetin geçici kararnameleriyle yürütüldü. Dahi­liye nazırı olarak fiilen hükümete yön veren Talat Paşa şubat 1917'de doğrudan sadrazamlığı üstlendi. Savaştaki yenilginin kesinleşmesi üzerine, İttihat ve Terakki hükümeti 18 ekim 1918'de istifa etmek zorunda kaldı. Ardından İttihatçı önderlerin çoğu yurtdışına kaçtı. Mondros Mütarekesi'ni izleyen işgale kar­şı tepkinin asker ve sivil bürokratların önderliğinde örgütlenmesiyle Anadolu'da başlayan Kurtuluş Savaşı yeni bir iktidar odağı yarattı. İstanbul hükümetini ulusal direniş saflarına çekmeye yö­nelik bir girişimle yeniden toplanması sağlanan Meclisi Mebu­san'nın 11 nisan 1920'de Padişah VI. Mehmed (Vahideddin) tara­fından kapatılması ve ardından 23 nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla İkinci Meşrutiyet dönemi kapanmış oldu. Yeni bir organ olarak TBMM'nin gerçek otoriteyi elinde tut­tuğu bir geçiş sürecinden sonra meşrutî yönetimden cumhuriye­te geçildi.

Axis 2000, Milliyet/ Hachette



Ekonomi

1908 Devrimi sonrasında izlenilen ve imparatorluk içindeki değişik etnik unsurları Osmanlı milleti kavramı çevresinde bir araya getirmeyi amaçlayan liberal politikalar Balkan Savaşları’nda uğranılan yenilgilerden sonra terk ediliyor, iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki yönetimi Türk milliyetçiliğine yöneliyordu. İttihat ve Terakki yönetimi savaş yıllarında bir Türk burjuvazisi yaratmaya çalışacaktır. Liberal iktisat politikalarını  bir kenara iterek, korum acı gümrük duvarları ardında tarımı ve sanayisiyle birlikte kendi yağıyla kavrulacak bir ekonomi oluşturmak, millî şirketler, millî bankalar kurmak ve Müslüman esnaf ve tüccarı örgütlemek gibi fikirler, güçlenmeye başlayan Türk milliyetçiliği fikirleriyle uyum gösteriyor, onunla birlikte yayılıyordu. 1913 yılının Aralık ayında yayınlanarak yürürlüğe giren Teşvik-i Sanayi Kanun-u Muvakkati bu doğrultudaki ilk adımlardan biridir. Bu geçici yasa yerli sanayiye çeşitli ayrıcalıklar tanıyor, devlet desteği sağlıyordu.

Bütün bunların yanı sıra Dünya Savaşı, millî iktisat politikalarının uygulanabilmesi için gerekli dış koşullan da yaratmıştır. Savaşın başlamasından sonra, Almanya’nın ve diğer Avrupa ülkelerinin itirazlarına karşın, kapitülasyonlar tek yanlı olarak kaldırıldı. 1916 yılından itibaren de seçici tarifelerle belirli dallarda yerli üretimi korumayı amaçlayan yeni gümrük rejimi uygulanmaya başlandı. Böylece korumacı politikalara geçiş, ancak dış İktisadî ve siyasal ilişkilerin kesintiye uğraması sayesinde mümkün olabiliyordu.

Osmanlı Türkiye İktisadi Tarihi, Şevket Pamuk




31 Mart Ayaklanması
Şunu hemen belirtmek gerekir ki, konumuz olan ayaklanmada, paro­la, «şeriat isteriz» idiyse de, gerçek­te, ayaklanmanın baskın niteliği muhalefetin ÎT (İttihat ve Terak­ki) ye karşı yapmağa kalkıştığı, fa­kat kötü düzenlediği için ne olduğu pek belirmemiş, başarıya ulaşamamış bir askeri hükümet darbesidir. İsyan bayrağının şeriat oluşu, bir dinî sömürme olayından ibarettir. Olay o zaman için de önem taşıyor­du, zira Rumeli'deki ordulardan baskı yapılmağa başlanır başlan­maz Meşrutiyeti ilan eden ve böy­lece Meşrutiyet düzeninin de adamı oluveren Abdülhamit, 31 Mart Ola­yı sayesinde tahttan indirilmiş ve böylece İT'nin mutlak iktidarı önün­de dikilen önemli engellerden biri kalkmış oldu.

İttihat ve Terakki ile Ahrar Çatışması
Bilindiği gibi, Paris'teyken Jön Türkler, Prens Sabahattin'in önder­liğindeki Adem-i Merkeziyetçiler ile Ahmet Rıza'yı baş tanıyan İttihat­çılar olmak üzere ikiye ayrılmışlar­dı. Hürriyetin ilanından kısa bir süre sonra (23 ağustos 1908) iki kuruluşun birleştiği ilan olunmuştu, fakat 2 eylülde İstanbul'a gelen Sabahattin, umduğunu bulamamış olacak ki, 12 gün sonra Ahrar Fırkasını  süt kardeşi ve yardımcısı Ahmet Fazlı'ya kurdurdu. Bu sırada Prensi İT'den ayıran önemli noktalardan biri, onun Abdülhamit'in tahtta bırakılmış olmasına şiddetle karşı koymasıydı. Aynı zamanda Ali Kemal, Mevlanzade Rıfat, Derviş Vahdetî ve Mizancı Murat gibi İT de «umduklarını» bulamayanlar, muhalefetin keskin sözcüleri olmaya yöneliyorlardı. İT'ye karşı yapılan en önemli itiraz bunun gizli bir cemiyet olmaya devam etmesi, sürekli olarak hükümet işlerine karışmasıydı. Fakat asıl çekişme konusu, İT'nin, denetimi altında tutmak istediği yaşlı İngilizci Sadrazam Kamil Paşa ile geçinememesi üzerine belirdi. Ahrarcılar Kamil Paşayı istememenin İngiliz düşmanlığı anlamına geleceğini söylüyorlardı,  İT ise İngilizlere hoş görünmek istediği halde, Kamil Paşayı devirirse İngilizlerin güceneceğinden korktuğundan, kararsızlık içindeydi.

Nitekim kimi İttihatçıların Sarayda (6 Aralık 1908) ve Mebusan Meclisine (13 ocak 1909) Paşayı devirmek istedikleri halde bu işi başaramamaları, Ahrarcılara ve Paşaya büyük güven verdi. Paşa bunun üze­ne IT'nin onaylamış olduğu Harbiye ve Bahriye Nazırlarının görev­lerine son verip, yerlerine getireceği kendi adamları (başta kendi bul­duğu Harbiye Nazırı Nazım Paşa) "aracılığıyla İT'nin İstanbul'da askerî bir dayanak olmak üzere Rumeli'den getirmiş olduğu avcı taburlarını başkent dışına çıkarabileceğini düşündü. Böylece İT'nin hükümet üzerindeki baskısı giderilmiş olacaktı. Fakat Paşanın bu yoldaki darbe girişimi boşa gitti. Tehlikeyi anlayınca, tam bir seferberliğe giren İT, daha bir ay önce oybirliğiyle Paşaya güven oyu vermiş olan mebusanın bu sefer ezici bir çoğunlukla güvensizlik oyu vermesini sağladı (13 şubat). Bu sırada ordu ve donanmanın da bu işe faal olarak karışmaları, muhalefette şöyle bir inancın yerleşmesine yol açtı: askeri bir gösteriyle hiç değilse İstanbul'daki askerin İT'den yana olmadığı, Mebusana gösterilebilse, Meclis, İT'nin etkisini silkip atacak ve Kamil Paşayı, Ahrar Fırkasını destekleyecektir. Meşrutiyetin ilanından beri İstanbul'daki ordudan kadro dışına çıkarılan alaylı subay­ların yerine Harbiyeli subaylar ge­tirilmişti. Bunların hemen hepsi İt­tihatçı olduğundan böyle bir askerî «gösteri» yi ancak erler ve erbaşlar yapabilirdi.

Derviş Vahdeti
Erlerin kazanılması işi Ahrarın «ayak işleri»ni gören ve İslamiyetçi ağızlar yapan «Volkan» gazetesi sahibi Derviş Vahdetî'ye düştü. Vahdeti karikatürlerdeki gerici tip­lere pek de benzemeyen bir insandı. Kamil Paşanın memleketi olan İn­giliz yönetimi altındaki Kıbrıs'ta esnaftan birinin oğlu olan Derviş, se­falet içinde büyümüş ve uzun süre hafızlık ettikten sonra, İngilizlere yanaşmak için İngilizce öğrenerek ve gerektiğinde onların kıyafetine bürünerek yanlarında iş tutmuştu. Sonra İstanbul'a gelen Derviş, Sa­raya verdiği bir jurnalin ters tep­mesi üzerine Diyarıbakır'a sürül­müştü. Şimdi ise Volkan'da, Ahrarcıların safında adem-i merkeziyet­çi ve özel teşebbüsçü, İslamiyetçi, meşrutiyetçi, insaniyetçi ve medeniyetçi, İngilizci ve Osmanlıcı (azınlık eşitliğini savunucu) bir tutum sürdürüyordu. Bu arada İslamiyetçiliği savunacak olan «İttihad-ı Mu­hammedi Cemiyeti»ni kurmuştu. Yakın arkadaşı Said-i Kürdi ile (Kürt Sait, yani sonradan Nurcu­luk akımını kuracak olan Said-i Nursî) birlikte çıkardığı Volkan'da mart ayının sonuna doğru bazı er­lerin İttihad-ı Muhammedîden yana ve İT'ye karşı mektupları çıktı. 3 nisanda İttihad-ı Mumammedî Ayasofya'da büyük kalabalıkların ka­tıldığı bir mevlit okuttu ve merke­zinin açılışını yaptı. 6 nisanda Mevlanzade'nin İT'ye karşı sert muha­lefetiyle tanınmış «Serbesti» gaze­tesinin başyazarı Hasan Fehmi, su­bay kılığında olduğu söylenen biri tarafından öldürüldü. Kimin öldür­düğü belli olmadı, ama cinayet İT'­ye mal edildi. İT ise bu yakıştırmayı yalanlamak için fazla bir çaba gös­termek gereğini görmedi. Cenaze töreni, medrese öğrencilerinin geniş ölçüde katıldıkları büyük bir göv­de gösterisi oldu. Sanki İstanbul'da İT'ye karşı olmayan yok gibiydi.

31 Mart Günü
Bu elverişli hava içinde, 13 nisan 1909'da (Rumi 31 mart 1325) ayak­lanma patlak verdi. O gün çıkan —ve bir gün önceden hazırlanmış— muhalif gazeteler sanki olayı bili­yorlardı. «Mizan»da olağanüstü ola­rak iri puntoyla çıkan bir yazı, ulemayı İT aleyhindeki akımı destek­lemeğe çağırıyordu. Mevlanzade ise gazetesinde «bizi bizden ziyade dü­şünen» İngilizlerin öğüdünü açıklı­yordu: İT «giderilirse» Avrupa ser­mayesi Osmanlı Devletine büyük yatırımlar yapacaktı. İlk ayaklanan, Hamdi Çavuş ko­mutasındaki Taşkışla'daki 4. Avcı Taburu oldu. Daha gece yarısından ayaklanan bu tabur, subaylarını tu­tukladıktan sonra sabahın 4'üne doğru Ayasofya'da Mebusan Mecli­sinin önünde toplandı. Bu sırada Hüseyin Hilmi Paşa Hükümetinin tutumu Osmanlı ayaklanmaları için tipiktir: Ayaklanmayı elindeki üs­tün kuvvetlerle bastıracağı yerde (1. Ordu Komutanı Mahmut Muh­tar Paşa bastırma buyruğunu bütün gün boşuna beklemiştir) nasihatçılar bulmakla, nasihat verdirmekle vakit geçirmiştir. Oysa bu sırada ayaklananlar kışla kışla dolaşıp ya­vaş yavaş başka birlikleri de saflarına çekmekteydiler. Askerin istek­leri konusunda kesin bir liste ol­mamakla birlikte, çeşitli kaynaklar­dan anlaşıldığına göre, askerin ge­nel istekleri şunlardı: 
1) Şeriatın uygulanması.
2) Ayaklanmadan ötürü bir sorumluluk yüklenmeme­si.
3) Hükümetin istifası, bazı ko­mutanların değişmesi.
4) Başta Ah­met Rıza, birtakım İttihatçıların is­tifası ya da uzaklaşması. Ne var ki, birkaç tane istek listesi söz konusu­dur. Bazı listelere göre, asker, Sa­darete Kamil'i, Harbiyeye Nazım'ı, Meclis Başkanlığına İsmail Kemal'i istediği halde, başka bazı listelerde bu istekler yer almamaktadır. Ayaklanmayı çıkarttıran muhalefe­tin bu işi sağlama bağlamamış ol­ması iki nedenden ileri gelmiş ola­bilir: 1) Ayaklanmanın kötü plan­lanmış olması; 2) İT'ye karşı dar­be başarıya ulaştığında meydanın nasıl olsa kendilerine, dolayısıyla adamları olan Kamil ve Nazım Pa­şalara kalacağına inanmaları. Oysa bir ihtimal daha vardı: O da meydanın Abdülhamit'e kalması.

Abdülhamit Kazanıyor
Gerçekten de öyle oldu, meydan o gün Abdülhamit'e kaldı. Bir kez as­kerin, isteklerinin karşılanması için gittiği Meclise, mebuslar korkula­rından gelemediler; görüşme yeter­sayısı sağlanamadı. Uzun bekleme ve kararsızlıklardan sonra, İsmail Kemal'in ısrarıyla bir avuç mebus ancak Hükümet hakkında güven­sizlik kararı alabildiler (ama ye­tersayısı bulunmadığı için böyle bir karar sakattı, hatta yoktu). Oysa Hükümet o sıralarda zaten Saray­da istifa etmekle meşguldü. Asıl ka­rar merkezinin Saray olduğunu an­layan ve affolunmak için çırpınan asker, Saraya döndü. Nitekim af da, yeni Sadrazam ve Harbiye Nazırı­nın atanmaları da Saraydan geldi. Muhalefetin ayaklandırdığı askeri, muhalefetin can düşmanı Abdülha­mit kazanmıştı. O gün akşam üstü başlamak üzere, İstanbul'daki bir­takım askeri birlikler Yıldız'a gelip bağlılıklarını sundular (bunda, son­radan Harp Divanının, üyelerini idam ettirdiği, istibdadın geri gel­mesini isteyen gizli cemiyetin de bir payı olabilir). Abdülhamit de hiç değilse balkona çıkıp karşılık gös­termeyi ihmal etmedi, çünkü mu­halefetin kendisini de tahttan in­dirmeyi kurduğunun pekala far­kındaydı. Fakat askerden bir kötü­lük gelmesin diye onları okşaması, Meşrutiyetçilerin —hem İT'li, hem Ahrarcı— bu yakınlığı ileri sürerek kendisini ayaklanmayı çıkartmakla suçlamalarına ve tahttan indirilme­sine vesile verdi, ya da en azından bunu kolaylaştırdı. O gün Mebusan Meclisi toplanabilseydi belki, tasarlandığı gibi, duru­ma el koyup askerin Saraya yönel­mesini önleyebilirdi. Fakat askerin —muhakkak ki tasarlananın tersi­ne— yer yer mektepli (Harbiyeli) subayları öldürmeye kalkışması, hatta bunun için bazı semtlerde ara­malar yapması, herkesin gözünü korkuttu. Bu yüzden Mebusların toplanması için yapılan özel çağrı da fayda vermedi. Nitekim, 31 Martçı askerin 2 gün içinde en az 20 kişi öldürdüğünü, birçoklarını da yaraladığını biliyoruz. Daha da önemlisi, asker, Hüseyin Cahit'tir diye bir Mebusu ve ayrıca Adliye Nazırı Nazım Paşayı —hem de Meclisi önünde— öldürdü. Askerin herhalde hesapta olmayan bu kan dökücülüğü bir yandan İT'ye karşı yürütülen tahriklerin şiddetinden, bir yandan da askerin mektepli subaylara karşı kendi özel tavırlarından ileri geliyordu. Alaylı (erlikten yetişme) subayların komutanlığı genellikle daha gevşek ve anlayışlıydı. Disiplin ve eğitime büyük önem veren mektepli subaylar belki askeri anlamak için de gereken çaba göstermemişlerdi. Ayrıca şu vardı alaylılık kurumunun kalkması, hiç değilse bazı erler ve özellikle erbaşlar için Paşalığa kadar gidecek olan mutlu yükselme yolunun kapanması demekti.

İsmail Kemal'in, o koşullar altında Meclise gelen Mebuslara millî hakimiyeti temsil eden tek kuvvet olduklarını söylemesi boşunaydı. Mebusların İsmail Kemal'in ısrarı la aldıkları kararlar da, su üzerine yazılmış yazılar gibi etkisizdi (gerek kabineye verilen güvensizlik oyu, gerekse Mebus İsmail Hak Paşanın Harbiye Nazırı, İsmail Kemal'in de Ahmet Rızanın yerine reis seçilmesi gibi).

Sonuç olarak Abdülhamit, Kamil Paşayı değilse de ona yakın sayılabilecek Ahmet Tevfik Paşayı Sadrazam, Osmanlı-Yunan Savaşının kahramanı yaşlı Gazi Ethem Paşayı da Harbiye Nazırı yaptı. İsmail Kemal'in çabaları sayesinde İstanbt daki 1. Ordunun Komutanlığı muhalefetin kahramanı Nazım Paşa geldi. İT önderleri ve mektepli subaylar ya gizlendiler ya da İstanbul dışına kaçtılar. Bir anda İstanbul'da İT'nin etkisi silindi.

31 Martı Kim Düzenledi?
Ayaklanmayı kim düzenledi? İşin kanlı bir biçim alması dolayısıyla onu başlatanların ona sahip çıkmaktan çok çekinmeleri, askerin sonradan Abdülhamit'e yönelmesi, Harp Divanının da siyasal nedenlerle ayaklanmanın derinine gitmekten kaçınması (cezalandırılanların çoğu askerler gibi fiilen ayaklanmaya katılmış olanlardı), olaya bir muamma havası vermiştir. Bu yüzden üç türlü açıklama yapılagelmiştir: Birincisine göre olayı diktatörlük kurmasına vesile olsun diye İT düzenlemiş, fakat ipin ucunu kaçırmıştır. Askeri kuvveti elinde tutan, iktidarda yılabilecek bir siyasal kuruluşun kendi aleyhinde kendi askerlerini yapmacık da olsa— ayaklandırması görülmüş şey değildir. Zaten olayların da yalanladığı bu açıklamanın üzerinde durmaya bile değmez. Abdülhamit ise olayı düzenlememiştir. Kendisi düzenlemiş olsaydı-onu ayaklanmadan sorumlu tutarak tahttan indirten ve bu arada suçu, esas itibarıyla istibdatçı özleler taşımaktan ibaret olanları bile idama mahkum eden ordunun Harp Divanı, bunun açık kanıtları-ortaya koyarak tahttan indirme-haklı göstermeyi herhalde isterdi. Tabii Abdülhamit'in hürriyetin ilanından sonra (el altından gizli istibdatçılarla ilişki kurup jurnal toplamağa devam ettiği için) ve hele ayaklanmadan sonra (ayaklananları-kınamaktan kaçınması, üstelik onları okşayacak bir tutum benimsediği için)  tam Meşrutiyetçi bir Padişah  gibi  davrandığı  söylenemez. Fakat bu, ayaklanmanın sorumluluğu ile ilgili bir konu değil-Ayrıca, Abdülhamit'in ayaklanmadan, kendine bir zarar gelir diye haklı olarak korktuğu ve telaşa düştüğü bilinmektedir. Üstelik, zaten kendisiyle uzlaşmış durumda bululunan İT'ye karsı Abdülhamit'in bir harekette  bulunması  mantıksızlık olurdu.

Kalıyor üçüncü açıklama: ayaklanmayı muhalefet düzenlemiş başlatmıştır. Muhalefet denince, başta Prens Sabahattin olmak üzere Kamil Paşa ve oğlu Sait Paşa, İsmail Kemal ve Müfit Beyler. Mizancı   Murat,   Mevlanzade   Rıfat, Said-i Kürdi, Derviş Vahdeti gibi-ve bunların buyruğu ve etkisi altındaki siyasal örgütler, yani Ahrar fırkası ve onun dinsel kolu olan İttihadı Muhammedi Cemiyeti anlaşılır. Bir de bunlara yardımcı olan güçler vardır. Bunlardan biri özel­likle El-İslam Cemiyeti ve gazetesi çevresinde kümelenmiş ulema ile hemen bütün medrese öğrencileri­dir. Bu sonuncuların İT'ye karşı ol­masının nedeni, Hürriyetin İlanın­dan sonra Harbiye Nezaretinin, bunların içindeki başarısız öğrenci­leri —ki çoğu böyleydi— askere almaya kalkışmasıydı. Oysa medrese öğrenciliği taşralı gençler için (İs­tanbullular askerlik yapmakla yü­kümlü değillerdi) askerlik yapma­manın biricik yoluydu. Medrese öğ­rencileri İttihad-ı Muhammedînin mevlidine, Hasan Fehmi'nin cena­zesine ve son olarak ayaklanmada Ayasofya'da toplanan askere büyük bir kalabalık halinde katılmışlar­dı. Bunların daha önce hemşehrileri olan askerleri tahrik etmekte önem­li bir payları olduğu tahmin edilebilir. 

Muhalefetin ikinci bir mütte­fiki, kadro dışına çıkarılmış bulu­nan alaylı subaylardı. Askeri tahrik etmekte bunların da pek önemli payı olduğu gibi, bir bölüm de er kı­yafetinde ayaklananlara katılmıştır. Üçüncü bir yardımcı gücün de Ar­navut ulusçuluğu olduğu söylenebilir. İsmail Kemal, Ergiri Mebusu-Müfit Bey, askerin elebaşısı Hamdi Çavuş ve başkaları Arnavut olduk­ları gibi, Arnavutluk'taki Arnavut ve Baskım kulüpleri, İsmail Kemal ve Müfit Beyden aldıkları telgraflar üzerine ayaklanmayı açıkça Ahrara mal ederek, 31 Marttan yana bir tutum takındılar. Bunun nedeni şuydu: Osmanlı Devletinin Rumeli'­de gidici olduğunu sezen Arnavut­lar, Hürriyetin İlanından sonra, ulusal kongre, okul, dernek ve yayınlarla büyük bir kültür hamlesi yapmışlardı. Ama bu çalışmaların İT'nin Türkleştirici ve merkeziyetçi tutumuyla bağdaşması zordu. Oysa Ahrarın adem-i merkeziyetçiliği Ar­navutlara çok uygun geldiği gibi, Ahrarın arkasındaki İngiliz gölgesi de ilerdeki bağımsız ya da özerk Arnavutluk için belki bir teminat olarak görülüyordu.

Ahrar’ın 31 Marttaki Payı
Ahrarın ayaklanmayı düzenlediği­nin kanıtları birçok kaynaklarda vardır. Fakat bunların en yetkili olanları şunlardır:
 1) Mevlanzade Rıfat'ın «İnkılab-ı Osmaniden Bir Yaprak Yahut 31 Mart 1325 Kıya­mı» adlı kitabı, (bu kitap ayaklan­manın Prens Sabahattin'in ve ken­disi dahil, diğer muhaliflerin işi ol­duğunu açık seçik anlatmaktadır).
2) Hayatında 5 kez hükümet darbe­si ya da ayaklanmaya girişmiş ve­ya bunları tasarlamış olan Prens Sabahattin'in «Mesleğimiz Hakkın­da Üçüncü ve Son Bir İzah»ı.
3) Harbiye Mektebinde o sırada Ahrarcı bir öğrenci ve elebaşı ola­rak daha önce okulda bazı başkaldırma hareketlerine önderlik et­miş olan Ahmet Bedevi Kuran'ın «Harbiye Mektebinde Hürriyet Mü­cadelesi» kitabı ve «31 Mart Ha­disesi Nasıl Oldu?» (Tarih Dünya­sı, sayı 13) yazısı, (bunlardan, Ahrarcı Harbiyelilerin Mahmut Muh­tar Paşanın ayaklanmayı bastırma teklifine aldırmadıklarını, Hamdi Çavuşun ayaklanmaya katılma tek­lifini de ancak imtihanları «vesi­le» ederek reddettiklerini, ilk gü­nü ayaklanmanın Abdülhamitçi bir yön alır gibi olması yüzün­den Derviş Vahdetî'nin ikinci gün yayımladığı ve Abdülhamit'e ya­ranmak isteyen açık mektubu üze­rine Harbiyelilerin nasıl Mevlanzade'ye, Mizancıya, Said-i Kürdî'-ye birer heyet gönderdiklerini, bun­ların Meşrutiyetin tehlikede olma­dığı konusunda dostları Vahdeti hesabına teminat verdiklerini öğre­niyoruz).

31 Mart günü asker için­de faaliyet gösterdiği tespit olunan Vahdetî'nin Harp Divanı önündeki şu sözü işi iyi özetlemektedir: «Ha­disenin bir irtica olduğunu bugün­kü hal ispat ettiği için kabul ede­rim. Fakat 31 Marttaki iğtişaşın (karışıklığın) irtica değil bir fırka kavgasından ibaret olduğunu zan­nederim.»

31 Marttan ötürü muhalefeti sorum­lu tutan bir iddia hemen şu soruyu akla getirecektir: Hareket ordusu­nun Harp Divanı neden bu işi ay­dınlatmadı, neden asıl sorumluları cezalandırmadı da alet durumunda olanlarla uğraştı? Hareket Ordusu­nun niyeti herhalde Prensin de so­rumluluğunu tespit ettirip cezalan­dırmaktı, zira İstanbul işgal edildik­ten sonra arkadaşlarının bir çoğu gibi kaçmak yolunu seçmemiş olan Prens, tutuklandı. 2-3 gün Harbiye Nezaretinde tutuklu kaldıktan son­ra, Mahmut Şevket Paşa ile Harp Divanı Başkanı, odasına gelerek özür dileyip kendisini serbest bı­raktılar; bir de alenî «itizarname» yayımlandı. İngilizlerin haklı olarak «adamları» saydıkları Prensle süt­kardeşinin salıverilmesinin İngilte­re'nin baskısı sonucu olduğu anla­şılıyor. Avrupa kamuoyuna karşı son derecede hassas olan Osmanlı Devletinde bu durum yadırganma­malıdır. Kaldı ki, başkentteki ayak­lanmanın ertesi günü patlak ve­ren Adana Ermeni ayaklanması­nın, Ermeni kıyımıyla sonuçlanma­sı, büyük devletlerin savaş gemilerini Mersine çekmiş bulunuyor­du. Bu da Osmanlı Devletinin du­rumunu bir kat daha nazikleştirmişti.

Sonra, İngiltere'nin yaptığı baskı dışında, bir de şu vardı: İT, kurdurduğu Meşrutiyet düzeninin Avrupa'da sağladığı ve sağlayaca­ğı itibara adamakıllı bel bağla­mıştı. Haklı nedenlerle de olsa, Meşrutiyetin kurulmasından bu yana daha bir yıl bile geçmeden mu­halefetin ezilmesi ve önderinin ida­ma mahkum edilmesi Avrupa'da iyi karşılanmayacaktı. Zaten mu­halefetin önderlerinden kimi kaçmış ya da Prens gibi gitmek zo­runda bırakılmıştı, kimi de ayak­lanmadan önce yaptıkları kışkırtı­cı yayınlardan dolayı hapis ve sür­gün cezalarına mahkum edilecekti (yalnız Vahdeti gibi çok sivri ve «ayak takımından» bir önder idam edilecekti). Böylece ve biraz da sıkıyönetim nedeniyle muhalefet değilse bir süre için, zaten susturulmuş bulunuyordu. Şu da geliyor:   Ayaklanmadan   sorumlu tutularak Abdülhamit, Meclis tarafından tahttan indirildi. Aynı olaydan ötürü muhalefetin de suçlu sayılması, İT'ye pamuk ipliğiyle olan mebus çoğunluğunca hem tutarsız, hem de yanlış görünebilirdi.

Hareket Ordusu Hazırlığı ve O Sırada İstanbul
Yeniden olaylara dönersek, ayaklanma üzerine Selanik'teki 3. Orduyla onun komutanı Mahmut Şevket'in aldıkları kesin tavır göze çarpar. Bir yandan Hareket Ordusunun kurulması ve derhal İstanbul’a doğru yola çıkarılması karar alınırken, ertesi gün için Selanik’te büyuk bir miting düzenlendi. Ordunun başına Mahmut Şevket, 3. Ordudan giden mürettep fırkanın başına da Hüseyin Hüsnü geçti,  Kolağası Mustafa Kemal ise bu fıkranın kurmay başkanı oldu. İstanbul'da Padişah, hükümet ve muhalif gazeteler (İT gazeteleri çıkamıyordu) bunca kargaşalık ve gürültüye rağmen birçok olayları önlemeğe çalışarak, taşraya hiçbir şey olmadığı, herşeyin yolunda olduğu izlenimini vermek için çırpındılar. Saray ve Babıâli Vezirleri, 31 Martın kurduğu, İT'siz İstanbul'u olupbitti olarak kabullenmiş görü­nüyorlardı. Ne var ki muhalefet, İT’nin silinmesine sevinmekle birlikte, Abdülhamit  kazandığı nüfuzundan son derecede tedirgindi. Muhalif gazetelerin, bazı Mebusların ulemanın genel örgütü Cemiyeti iyenin ısrarlı çağrılarına rağmen ancak 3. gün toplanabilen Mebusan Meclisi, yayımladığı bildiri ile Saray ve kabine gibi ayaklanmayı onaylamış, telaşa yer olmadığını bildirmişti. İstanbul'un bu zoraki sükûnetine karşılık, Rumeli'de-orduların ateşli ve kararlı sefer hazırlıkları, öte yandan her yandan örgütlerinin  çabasıyla Meclis, Hükümet ve Saraya yağdırılan protesto telgrafları tam bir karşıtlık meydana getiriyordu. Daha ilk günde ayaklanmanın aldı­ğı renkten hoşlanmayan Prens, Be­şiktaş önündeki Hamidiye kruvazö­ründe donanma süvarileriyle bir toplantı yaparak, ayaklanma daha Abdülhamitçi bir yöne kayarsa, Abdülhamit'in tahttan indirilmesi için gemilerde bir meşveret meclisinin toplanmasını ve kararını top tehdi­diyle Saraya kabul ettirmesini ka­rarlaştırdı. İkinci gün Prens, olay­ların korkulan yönde geliştiğini ile­ri sürerek donanmanın sözünü tutmasını istedi. «Hamidiye» Süvarisi, ertesi sabah diğer süvarilerle görüş­tükten sonra harekete geçileceğini bildirdi. Fakat 3. gün süvariler bu işe yanaşmadılar. Yalnız bir tanesi, «Asar-ı Tevfik» Süvarisi Binbaşı Ali Kabulî Bey, işe girişmek üzere ge­micileri hazırlayıcı konuşmalar yaptı. Fakat bunun üzerine erler ayaklanıp Süvarilerini tutukladılar ve Yıldız'a götürdüler. Pencere önü­ne gelen Abdülhamit, sarayının to­pa tutulmak istendiği iddiasını cid­diye alarak Binbaşının kendisine teslim edilmesini istedi. Fakat Bin­başı götürülürken erler üzerine atılıp onu öldürdüler. Abdülhamit bu işe üzüldüğünü söylemekle birlik­te, kaatil erlere karşı —ayıplama yollu da olsa— hiçbir şeyin yapıl­masını buyurmadı.

Hareket Ordusu İsyanı Bastırıyor
Muhalefetin donanmayla Abdülhamit'i saf dışı kılma girişimi böylece başarısızlığa uğrayınca, meydan Hareket Ordusuna kalmış oldu. İs­tanbul gazetelerinin ve Mebusan Meclisinin Hareket Ordusu yaklaştığı oranda ayaklanmanın aleyhine dönmeleri, Hükümetin de çarpışma olmaması için gösterdiği çabalar, ayaklanan askere yılgınlık vermişti. Bu yüzden 24 nisan 1909'da İstanbul işgal edildiğinde, bu askerin özellik­le Beyoğlu kışlalarında gösterdiği direnme, kanlı da olsa, umutsuz bir davranıştı. Bu arada Abdülhamit'in Nazım Paşadan gelen direnme tek­lifini geri çevirdiği söylenir ki, bu onun lehine sayılacak bir davranış­tır. Fakat Yıldız Sarayında çarpış­ma olmaması için gösterdiği çaba­lan bütün İstanbul için göstermemesi, aleyhine yazılabilecek başka  bir noktadır.

İlginç olan diğer bir nokta da Der­viş Vahdetinin Anadolu'ya kaçma­dan önce sığınmak üzere başvurdu­ğu iki kapıdır: Biri hemşehrisi Ka­mil Paşanın oğlu Sait Paşa, diğeri de İttihad-ı Muhammedi üyesi Şeh­zade Vahdettin, (böylece Vahdettin'in daha o zamandan İT'nin İn­gilizci muhalifleriyle kader birliği ettiğini anlıyoruz). Her iki kapı da ayaklanmanın işlerine fazla batmış olan Derviş'i korumayı kabul etme­miştir.

Son olarak, yabancı devletlerin ayaklanmadaki tutumlarına da de­ğinmek yerinde olur. İngiliz İstih­barat Örgütünün, ayaklanmayı, da­ğıttığı paralarla desteklediği iddiası henüz kanıtlanmamışsa da, İngiliz Elçiliği ve basınının ayaklanmaya büyük yakınlık gösterdiği. Hareket Ordusunun da gelmemesi için elin­den geldiği kadar çaba harcadığı da muhakkaktır. Öte yandan, Hareket Ordusu harekâtının da en azından Alman ordusunda bazı çevrelerin sempatisini kazandığı bilinmektedir.

Sina Akşin, 20.Yüzyıl Tarihi , Arkın Kitabevi

2 yorum:

  1. 19. yüzyıl reformlarını ve bunların politik çerçevesini eksik-yarım bulan muhalif aydınlarının 2. Meşrutiyet sonrasında bu açığın kapatılacağına dair kapıldıkları iyimserlik, çok geçmeden, Balkan Savaşları'nda paramparça oldu. Reformistrestorasyoncu iyimserlik, 19. yüzyıldan beri askeri yenilgilerin ve toprak kayıplarının sonunun gelmemesiyle zaten sürekli aşınmaktaydı. Maddi medeniyete bir türlü yetişilemiyor, güç yetirilemiyordu. Balkan Savaşları, medeniyet yarışının manevi cephesinde de bir hayal kırıklığına yol açtı. 2. Meşrutiyet inkılabı, istibdadı sona erdirerek, Batı nezdinde itibar kazanma ve 'tanınma' beklentisini beraberinde getirmişti. Batılı büyük güçlerin Balkan Savaşları'nda
    Osmanlı'ya yine hasmane davrandığı ve çökmeye mahküm "hasta adam" gözüyle bakmaya devam ettiği izlenimi, bu beklentiyi boşa çıkarttı.

    Balkanlar'ın büyük ölçüde elden çıkması, düşman ordularının lstanbul'a yaklaşması, tehdit algısını şiddetlendirdi, 'acilen bir şeyler yapma' telaşını kanatlandırdı. Acilci ruh halinin tahammülsüzlüğü, her sorunun cevabını mutlaklaştırmaya, her çözüm seçeneğini olmazsa olmaz keskinliğiyle
    ortaya koymaya meyleden bir tavrı teşvik etti; bu panik halindeki ajitasyon, ölüm-kalımcı bir radikalizm üslübunu, doğrunun ve haklılığın ikamesine dönüştürdü. Cereyanlar- Tanıl Bora

    YanıtlaSil